Osman Elbek ve Kayıhan Pala, omikron varyantının salgının seyrinde yarattığı değişim, dünyadaki aşı 'apartheid'i ve Türkiye'deki aşı çalışmalarını değerlendirdi.
(2 Aralık 2021 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı programında kaydedilmiştir.)
Ömer Madra: Günaydın, merhabalar hepinize!
Osman Elbek: Günaydın!
Kayıhan Pala: Günaydın!
ÖM: Biraz gecikmeli başladık, ne olur kusurumuza bakmayın, çok yoğun, acayip haberler de vardı, baş edemedik yani!
OE: Çok haklısınız, hiç sorun yok.
ÖM: Evet, Covid konusunda da çok ciddi gelişmeler var anladığım kadarıyla, özellikle bu yeni varyant üzerine. Neyse, siz neler söyleyeceksiniz bize?
OE: Aslında Ömer bey Omikron sayesinde dünya ve Türkiye tekrar Covid-19 pandemesini hatırladı diyebiliriz. Uzun bir süre unutmuştu, salgını reddediyordu. Ne yazık ki geçtiğimiz iki haftada özellikle Avrupa bölgesinde yoğun bir vaka artışı vardı ve ne yazık ki ölümlerde artış oldu. Haftalık yaklaşık dört milyon civarında yeni vaka düzeyinde tespit var. Haftalık olarak da dünya genelinde 50 bine yakın ölüm var. Daha Omikronun etkisi başlamamakla birlikte Afrika kıtasında da geçtiğimiz hafta itibariyle %93’e varan bir vaka artışı var. Avrupa hâlâ vakaların merkezi; 100 binde 285 yeni vaka. Vefat açısından da Avrupa merkez. Özellikle Avrupa’nın içerisinde aşıların eşitsiz dağılmış olması, kimi ülkelerdeki vefat oranın 100 binde 3.1 ortalamaya kadar çıkardı. Dünyada son yedi güne baktığımızda en yüksek vaka saptanan 10 ülkenin dokuzu Avrupa’dan, sadece Amerika bu listeye girebiliyor Avrupa dışından. Türkiye de altıncı sırada yer alıyor. Türkiye’de ortalama günlük 25 bin yeni vaka ve 200 civarında ölümle haftayı tamamlıyoruz. Kasım ayında ise ne yazık ki çok kaybımız oldu; 6231 kişiyi kaybettik. Son üç aya bakarsak Türkiye’de ölüm sayısı 20 binin üstünü aştı ki bunun anlamı her gün 221 insanımızı Covid’den kaybediyoruz demek. Başka bir ifade ile söylersek; 20 aylık salgında kayıplarımızın %26’sını, yani her dört kayıptan birini bu son üç ayda yaşadık. Covid-19 Türkiye açısından daha yıkıcı bir salgın halini aldı. Aşıları artık konuşamıyoruz, çünkü toplumsal bağışıklık sürecinden çok uzaktayız. Sadece kasım ayından bir veri vereyim: Kasım ayında ilk dozunu yapmış, ilk kez aşı olmuş insan sayısı günlük 28.900 küsürlerde. Zaten Çankırı valisi de “geçtiğimiz hafta yarım günlük aşı yapabildik” dedi. Özetle aşı oranları yerlerde sürünüyor, biz hâlâ bekliyoruz. Bununla bağdaştırarak bir soru sormak isterim Kayıhan sana; Lancet’te son pandemi dalgasının “aşısızların pandemisi” olarak ilan etmenin, halk sağlığı önlemlerini göz ardı etmeye de yol açtığına dair geçtiğimiz günlerde önemli bir editöryal mektup yayınlandı. Sen hem Türkiye’nin aşı politikasını, hem de “aşısızların pandemisi” cümlelerini yorumlamak ister misin? Nasıl bir perspektif önümüze koymak istersin?
Bu pandemi aşısızların pandemisi mi?
KP: Osman çok yerinde bir soru, teşekkürler, çünkü pandeminin başından bu yana gerek dünyada gerekse ülkemizde sağlık iletişimiyle ilgili ciddi sorunlar yaşanıyor. Bu sorunlardan bir tanesi, senin vurgu yaptığın, artık gelinen noktada bu pandeminin “aşısızların pandemisi” olduğu iddiası. Kuşkusuz ki şöyle bir gerçeklik var; bu pandeminin yükü hem ağır hem de ölümler açısından aşısızlarda da ciddi bir şekilde karşımıza çıkıyor ama pandemiyi “aşısızların pandemisi” olarak “damgalarsak” eğer, o zaman sanki aşı yaptırmak bütün sorunları çözüyormuş gibi bir yanlış algıya yol açma potansiyelimiz var. Bunun iki açıdan önemi var; birincisi, küresel bir soruna yerel bir yanıt vererek küresel sorunu çözemezsiniz. Burada Osman, senin bugün Bianet’te yayınlanan yazına vurgu yapmak isterim; “Apartheid ve aşı” başlıklı bu yazı aslında bunun arka planını çok güzel deşifre ediyor. Eline sağlık, çok güzel bir yazı olmuş! Dinleyicilerimize de okumalarını öneririm. Dolayısıyla bir boyutu bu. İkinci boyutu da şu, şu andaki aşılar bizi büyük ölçüde koruyor ama %100 korumuyor. Dolayısıyla salt aşısızların pandemisi olarak dile getirmenin hem eşitsizlikleri göz ardı eden yapısı var hem de sahte bir şekilde sanki aşı olursak tamamen bu sorunu çözebilirmişiz gibi bir yanlış algıya yöneltme potansiyeli var. Elbette aşı çok önemli ama tek başına yeterli değil. Bu programın dinleyicileri zaten bizim uzun zamandır buna vurgu yaptığımızın farkındadırlar.
OE: Ancak hâlâ Türkiye sadece “aşı olun” twit’lerinin dışında herhangi bir halk sağlığı önlemi uygulamıyor, “Omikron da zaten Türkiye’de yok” deniyor. Neden yok Kayıhan? Saptayamıyor muyuz yoksa gerçekten yok mu sence -özellikle genomik analiz açısından bakarsak?
KP: Omikrondan önce şu bilgiyi de verelim, yani önce Botswana ve Güney Afrika vurgusu yapıldı ama örneğin Hollanda şimdi, Botswana’dan daha önce kendisinde bu yeni endişe verici varyantın olmuş olma ihtimalini tartışıyor. Dolayısıyla bir şeyi kendisi çok bariz bir şekilde kendisini gösterene kadar aramazsanız bulmanız zaman alabilir. Türkiye’deki sorun genomik analizin çok sınırlı yapılıyor olması. Yani uluslararası veri tabanlarına baktığımızda nüfuslarımız benzer olduğu için Almanya’yla bunu karşılaştırabiliriz. Geçen gün ben bunu Twitter’da da göstermiştim, yani düşün Osman, uluslararası veri tabanında bizim genomik analiz yaptığımız sayı beş binlerin altında ama Almanya’da 100 binin üstünde. Dolayısıyla biz bu virüsün az sayıda genetik analizini yaptığımız için bulmamız çok kolay değil. Ağırlıklı olarak bir tek PCR testlerine bağlı olarak bulmaya odaklanmış görünüyoruz. Bu da tabii bulmamız için yeterli değil. Bir de biliyorsun, zaten ilk vakanın 11 Mart 2020’de duyurulması gibi, sanki Türkiye bu işlerde çok fazla ilgili değilmiş gibi bir algı yaratılmaya da çalışılıyor. Ben, eğer kapsamlı bir analiz yapılsa Türkiye’de de bunun olduğunu düşünenlerdenim. Çünkü biliyorsun, Belçika’da tanık olunan bir vaka Mısır üstünden İstanbul’a gelip, İstanbul’dan gitmiş bir vaka olarak da yayınlanmış durumda. Bu koşullarda yeterince aramamaktan kaynaklanan bir olmama hali olduğunu düşünüyorum doğrusu.
Pfizer ve Moderna şirketleri saniyede 1000 Dolar kâr ediyor
OE: Aslında bu rakamları belki geç keşfediyor olmamızın bedelini ödüyoruz. Bu bağlamda geçen hafta itibariyle sayın sağlık bakanı “TÜİK verileri açıklandığı zaman ölüm oranlarımızın iki, hatta üç katı daha fazla olduğu görülecektir” dedi. Hep geriden gelen gerçek bilgiyi sonradan toplumla paylaşan, şeffaf olmayan bir yönetim tarzı var ki TTB ikinci ay raporundan itibaren ölümlerin gerçeklikteki sorununa daima işaret etti. Fazladan ölümleri ve bu ölümlerin gerçeklikle bir ilgisi olmadığını, yanlış kodlar kullanıldığını belirtti. 20 ay sonra anlıyoruz -ki TÜİK’in verileri açıklanmak üzere herhalde- toplum iki katı, üç katı ölümlere hazırlanıyor, çok trajik! Öte yandan bu “aşı ve apartheid” meselesi gerçekten dünyada çok fazla tartışılmaya başlandı. Türkiye’de yansımasını bugüne kadar pek görmedik ama dünyadaki aşı eşitsizliği bir apartheid rejiminin eşitsizliğini hatırlatıyor. Örneğin Afrika altı kat daha az aşılanmış durumda. Geçen aylarda ve haftalarda Oxfam ve Afinity’nin çok nitelikli raporları çıktı. Oradan birkaç veriyi paylaşarak bu aşı eşitsizliğini de gündeme getirmek isterim. Evet, “aşısızların salgını/pandemisi” demek yanlışsa da aşı ölümü engelleyen, hastalığı kontrol altına alan bir mekanizma ama dünyadaki herkes aynı oranda bu şansa sahip değil. Örneğin G7 ülkeleri dünyada dağıtılmış her beş aşıdan birinin dozuna el koyarken, düşük gelirli ülkelerde binde beş oranında. Yani aralarında 40 kat farklılık var. G20 ülkelerinde aşılanan nüfus tüm Afrika’da aşılanan nüfusun beş katı. Yine Afrika’ya yönelik apartheid rejimini hatırlatan bir ayrımcılık var, şöyle çarpıcı bir veri var: Afrika Birliği’nin nüfusu Avrupa Birliği’nin üç katı ama AB’ye ulaşan aşının doz sayısı Afrika Birliği’ne ulaşanın 15 katı. Hani gerçekten “beyaz adam” Afrika’yı ölüme mahkum ediyor. Ama görmek zorunda ki, Omikron örneğinde görüldüğü gibi, ya hep birlikte çıkacağız bu salgından yahut hep birlikte batacağız. Aslında çıkmak da mümkün; aşıyı stoklama süreçlerini biraz azaltsak, örneğin temmuz-ağustos aylarında G7 ülkeleri başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkeler kötü günler için ayırdıkları stoklarını bugün ihtiyacı olanlara ulaştırsalardı altı bin ölüm engellenebilecekti. Veriler, bu stok çalışmasının gerekli ülkelere ulaşması halinde 2022 ortasında bir milyon insanın ölümünü engellenebileceğini gösteriyor. Daha kötüsü bugün itibariyle G7 ülkelerinde süresi geçmiş, miyadı dolmuş, 100 milyon doz aşı var. Hani gerçekten stok yapmanın sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Tabii bunun aşı şirketleri aşısından da bir karşılığı var; aşı şirketleri ağırlıkla merkez kapitalist ülkelere aşı satmak istiyorlar. Örneğin Moderna, Afrika Birliği’ne hiç aşı satmamış durumda. Sattığı 10 doz aşının dokuzunu merkez kapitalist ülkelere yapmış. Pfizer-Biontech ve Moderna şirketlerinin saniyede 1000 Dolar kâr yaptığını söylememiz lazım. Her bir saniyede 1000 Dolar kâr yapıyorlar. Böyle bir aşı eşitsizliğinin olduğu dünyada Omikron veya başka bir mutasyonla halk sağlığını, birey ve toplum sağlığının yok olacağını öngörmek kehanet olmasa gerek değil mi Kayıhan, ne dersin?
ÖM: Pardon, ben bir ufacık ilavede bulunabilir miyim izninizle?
OE: Buyurun Ömer bey.
ÖM: Tanınmış iktisatçı ve Nobel ekonomi ödülü sahibi Joseph Stiglitz’in de yazar olduğu bir makale -1 Aralık itibariyle CNN sitesinde yayınlandı- eğer Dünya Ticaret Örgütü bu aşının patentinin kaldırılmasını onaylamazsa global pandeminin bütün dünyayı kasıp kavurmaya devam edeceğini söylüyor. Yani çok net bir şey; DTÖ’nün bakanlar konferansı dört yıl sonra ilk defa toplanacaktı ve toplanmaktan vazgeçti. Bu koronavirüs varyantı Omikron’un ortaya çıkması sadece toplantının ertelenmesini göstermedi, aynı zamanda uluslararası toplumun virüsü kontrol almakta nasıl başarısız olduğunu da ortaya koydu. “Tek yol budur, bunu kurtarmak aşının patentinin iptal edilmesi” diye önemli bir uyarıda bulunan bir yazı yazmışlar.
KP: Evet, çok güzel bir yazı Ömer bey. Üstelik Stiglitz, biliyorsunuz, son birkaç yıldır özellikle eşitsizliklere çok vurgu yapan yazılarıyla da tanınıyor.
ÖM: Evet.
"Dünyanın az gelişmiş coğrafyalarında sorun giderek büyüyecek"
KP: Burada yeri gelmişken bir şey söylemek lazım; bakın bu Omikron adı verilen yeni, endişe verici varyantın, hani Afrika ve özellikle Güney Afrika üzerinden tartışıldığı bugünlerde, aslında aylar önce DTÖ’ye başvurarak aşıda patentin kaldırılması için başvuruda bulunan Güney Afrika ve Hindistan’dan olduğunu da anımsamak lazım. Yeni endişe verici varyantlar, şu ana kadar binlerce mutasyon içerisinde. Dünya Sağlık Örgütü, beş tanesini, sonuncusu Omikron olmak üzere, sınıflandırmış durumda. Bunların tamamı aslında ağırlıklı olarak bu pandemiye güçlü yanıt verilemeyen, aşının bulunması ve uygulanmasından sonra da aşının çok düşük oranda uygulanabildiği ülkelerde karşımıza çıkma potansiyeli taşıyor. Burada Stiglitz ve diğer bilim insanlarının vurgu yaptığı, bizim de uzun zamandır söylediğimiz bir şey var: Eğer küresel olarak bu sürece güçlü yanıt veremezsek gerçekten bu pandeminin nereye doğru evrilebileceğini tahmin etmek giderek zorlaşıyor. Dolayısıyla bu şey çok önemli gerçekten; yani yalnızca patentin kaldırılması değil, sorun patentle çözülmeyecek, patent mutlaka kaldırılmalı, ama patent kaldırıldıktan sonra da kamusal bir yaklaşımla aşının üretilmesi ve dağıtılması mutlaka sağlanmalı. Eğer bu sağlanamazsa, öyle görünüyor ki dünyanın özellikle az gelişmiş coğrafyalarında sorun giderek büyüyecek.
OE: Projeksiyonlar dünya genelinde 2022 ortasında 500 milyon yeni vakanın olacağını ve sadece Avrupa ile Asya’da 700 bin ölümün olacağını öngörüyor. Stiglitz’in durduğu yerden, kapitalizm açısından bile mevcut durum irrasyonel, çünkü aşısızlığın ekonomik maliyeti -hani insan maliyetine bakmıyor sistem- dokuz trilyon Dolar ve diyorlar ki bunun %1’i ile tüm dünya aşılanabilir. Ama neo-liberalizm artık böyle değil. Servetin çok uçuk düzeyde, sadece küçük bir grupta, diğerlerini ve sistemi yok etme pahasına biriktiği bir dünya var. Bunun Covid-19’daki karşılığı dokuz tane yeni aşı milyarderinin olması -ki servetleri dokuz milyar Dolar. Bu milyarderlerin umurunda bile değil dünyanın geri kalanı. Öte yandan dünyaya bakıp Türkiye’den de kopmamak lazım, çünkü Türkiye de bu eşitsizliğin bir parçası. Batısıyla doğusuyla kuzeyiyle güneyiyle hem sınıfsal hem etnik olarak bu ayrımcılığı yaşıyor. Buna bir çözüm olarak gelen, getirilen Turkovac’ı da biraz konuşmak istiyorum bu bağlamda. Kayıhan biliyorsun dünyada aşı faz3 çalışmaları hep 15-20 bin, 30 binin üstünde kişiyle yapıldı. Bildiğim kadarıyla dünyada bir “hatırlatma dozu” uygulanarak acil kullanım onayı almış herhangi bir aşı yok. Geçtiğimiz hafta basına yansıyan bilgilerden Turkovac’ın 40 Covid hastasına ulaştığı için faz3 verisiyle birlikte hatırlatma dozuyla acil kullanım onayına başvurduğu ifade edildi. İddialar 1300-2000 civarında hastayla faz3’ün tamamlandığı veya acil kullanım onayı için başvurulduğunu ifade ediyor. Tabii ki bu ülkede aşı üretmek çok değerli, bir pandemi aşısı üretmek çok kıymetli ama verilen bu emeklere de uygun bir bilimsel çerçeve lazım. Turkovac’ın acil kullanım onay başvurusu için ne dersin?
"Turkovac’la ilgili aşının faz1 ile faz2’sinin sonuçlarını içeren bir rapor yok"
KP: Şimdi bilgilerimizi sıralayalım istersen Osman; birincisi, Turkovac’la ilgili aşının faz1 ile faz2’sinin sonuçlarını içeren bir rapor yok. Vaccine dergisinde yayınlanan bir makale var, ama o klinik öncesine ilişkin bir prosedürü anlatıyor. Dolayısıyla, örneğin faz2’sinin sonucunun ne olduğuna dair yayınlanmış bir bilimsel rapor toplumla henüz paylaşılmış değil. Senin de söylediğin gibi bizzat televizyonda bu aşının yürütücülüğünü yapan bir Bilim Kurulu üyesinin sözlerine dayanarak şunu söylemek mümkün; faz3 sırasında 1300 kişiyi değerlendirmeye almışlar, şu anda bunların 40 tanesi vakaya ulaştığı için bir değerlendirme söz konusu olmuş. Aşının enfeksiyona karşı koruyuculuğu -televizyondaki ifadeyle söylüyorum- 60% olarak bulunmuş. Bunun üzerine acil kullanım onayını, bu aşının rutin kullanımı için değil hatırlatma dozu olarak kullanılması için TİTCK’ya başvuru biçiminde değerlendirmişler. Bir kere bu bilimsel olarak gerçekten çok sıkıntılı bir şey, kabul edilebilir bir şey değil. Üstelik buradan yola çıkarak eğer buna bir acil kullanım onayı verilecek olursa bunun hem ulusal hem uluslararası bilim kamuoyunda ciddi bir kuşkuyla karşılanabileceğini de mutlaka düşünmek gerekiyor. Bu nedenle hem faz1, faz2’nin sonuçlarının yayınlanmasını istemek lazım hem de faz3’ü, senin de söylediğin gibi, on binlerce insanı katacak şekilde sürdürüldükten sonra bu değerlendirmenin yapılması lazım. Bir yandan dünyada bu pandemiye karşı inaktif aşıların diğer aşılarla kıyaslandığında çok güçlü yanıt vermediği bilinirken öte yandan Türkiye’de bir inaktif aşının bundan sonra hatırlatma dozu olarak kullanılabilme yaklaşımı gerçekten bilimsel bir perspektiften tartışılmalı. Çünkü en azından benim bildiğim iki araştırma, biri Hong Kong’dan diğeri Tayland’dan, iki Sinovac aşısı olmuş olanlara üçüncü doz olarak inaktif aşı verildiğinde, mRNA aşılarına göre çok daha düşük bir koruyuculuk oranının karşımıza çıktığını gösteriyor. Bu arada Osman, 2022 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerinden de bir değerlendirme yapacak olursak, ben bütçede 2022 yılı için aşıya ilişkin konulan paraya baktığımda hem artan döviz kuru hem de Covid-19 aşılarında, bildiğin gibi, %25’e varan bu yılki artış değerlendirildiğinde Türkiye’nin kabaca yurtdışından 40 milyon doz kadar bir aşı alabilecek bir kaynak ayırdığını görüyorum. Belki de bu Turkovac aşısının, kaynak ayırma sıkıntısıyla birlikte değerlendirilmesinde yarar var. Bunun için süreci açıklıkla tartışmaya ihtiyacımız var.
ÖÖ: Minik bir şey sorabilir miyim? Bu Turkovac üreten, firma ya da kamu mu, bir şirket mi Türkiye’de ve bunun üretimi nerede olacak? Çünkü bazı batılı aşıların aslında Hindistan’da, Güney Afrika’da üretildiğini görüyorduk. Türkiye’de de böyle mi planlanıyor?
OE: Türkiye’de şirket üretecek. Biz iki hafta kadar önce Aykut Özdarendeli hocayı Toraks Derneği kongresinde dinleme fırsatını bulmuştuk. Orada artık faz3'ün kendi uhdelerinde olmadığını daha çok Hacettepe Üniversitesi ve şehir hastaneleri üzerinden gittiğini, şirket temasının kurulduğunu ve üretim tarzının tariflenebileceğini ifade etmişti. Yine Aykut hocanın oradaki bir vurgusunu Kayıhan’ın cümleleriyle bağdaştırarak söylemek gerekirse, hani slayt fotoğrafları çekmekten imtina etmemiz istenmişti çünkü faz1 ve faz2 sonuçlarını yayına hazırladıklarını ifade etmişti ki bu Türkiye’de üretilmeye çalışılan aşının hâlâ faz1 ve faz2’sinin sonuçlarını bilmediğimiz anlamına geliyor. Biz dinleme şansına sahip olduk. Bunun bir inaktif virüs aşısı etkinliğinde olduğunu söyleyebilirim. Ben hocaya da şunu sormuştum; Turkovac aşısı mRNA aşısı ve Coronavac’ın olduğu bir yerde nerede olacaktır? Onun da bakış açısı, “tabii duygusal olacağım” dedi haklı olarak ve sonrasında “eğer Sinovac kadar etkiliyse hani Sinovac’ın yerine neden Turkovac’ı kullanmayalım?” gibi haklı bir yer olarak da doğru ve akılcı bir şekilde yerini ifade etti. Bu noktada Türkiye’nin aşı çeşitliliğini devam ettirip mRNA aşılarına ulaşmak isteyen yurttaşlarına mRNA aşılarına ulaşma şansını devam ettirmesini sağlamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bilmiyorum Kayıhan senin bu konuda ekleyeceğin bir şey var mı?
"Pandemiyi değil, rakamları kontrol altına almak gibi bir politika tercihi içerisindeyiz"
KP: Çok haklısın, bence de Turkovac eğer bu faz1, faz2 ve faz3 dönemlerini geçer ve bunun en az Sinovac kadar etkili olduğu gösterilecek olursa inaktif aşı olarak onun kullanılması elbette hepimizin tercihi olacaktır ama bu sürecin bilimsel olarak ortaya konup kafalarda hiç soru işareti bırakmaması gerekir.
OE: Yavaş yavaş sona geliyoruz...
KP: Osman bir şey söyleyebilir miyim sona gelmeden önce?
OE: Tabii.
KP: Bir vurgu yapmak istiyorum; şimdi dün, bu pandemiyle ilgili Gazete Pencere’de çok önemli bir haber vardı. Deniyor ki “Mardin’de, Urfa’da sağlık sistemi alarm veriyor.” Özellikle Mardin’in sağlık müdürlüğünün koronadaki vaka artışından endişe duyduğunu belirttiği bu haberde ilginç olan şöyle bir şey var; Mardin ve Urfa’da sağlık sistemi alarm veriyor ama bakanın illere göre açıkladığı haftalık yeni olgu görülme sıklığında Şanlıurfa, Türkiye’ye göre 100 binde 45 gibi düşük bir oranda, Mardin ise 100 binde 20 gibi çok düşük bir oranda. Şimdi, Türkiye’deki diğer illere göre yeni olgu görülme sıklığının bu kadar “az” olduğu illerde eğer sağlık sistemi alarm veriyorsa, bunu özellikle sağlık müdürlüğü gibi yetkililer açık yüreklilikle söyleyebiliyorlarsa Türkiye’de durumun hiç de iyi olmadığının altını bir kez daha çizmek gerekir diye düşünüyorum.
OE: Çok haklısın. Zannederim her zaman olduğu gibi salgını, pandemiyi değil rakamları kontrol altına almak gibi bir politika tercihi içerisindeyiz. Dediğim gibi tedaviye parantez açmak istiyordum, özellikle evlere ulaştırılan favipiravir konusundaki gelişmelerle ve yeni ilaçlarla ilgili. Onu iki hafta sonraya bırakalım ve dünya genelinde yaşanan aşı eşitsizliğinden, genel eşitsiz halimizden daha eşitlikçi, tüm dünyadaki insanların bir arada mücadele edeceği, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya için mücadele edecek bir ütopya ile çıkacağımızı hatırlatayım. Bu haftaki müziğimiz de eski bir şarkının yeni versiyonu, eskisi gibi bir marş düzeninde değil, daha çoğulcu, daha özgürlükçü, herkesin renklerini içerisinde kapsayan ama tüm dünya insanlarının, tüm dünya halklarının bir arada, barış içinde, özgürce eşit olarak yaşayacağı bir melodiyi sözsüz piyano sesleriyle size armağan etmek istedik.
ÖM: Tamam teşekkür ederiz, hoşça kalın!
ÖÖ: Görüşmek üzere.
KP: Hoşça kalın, görüşmek üzere.
OE: Hoşça kalın!